Atlantis efsanesi, tarih boyunca meydana gelen değişikliklerden fazla etkilenmedi. Platon, doğumundan 9000 yıl önce var olmuş ve yanardağ patlamasıyla suya gömülmüş Atlantis’i zengin biçimde betimlemişti. O zamandan beri, Atlantis uygarlığı pek çok yazarın, şairin, ressamın ve bilim adamının hayallerini süsledi. Atlantis’in gerçek bir ülke olduğunu öne süren 70′ten fazla kitap var. Bunların arasında, 17. yüzyılda yaşamış İngiliz filozof Francis Bacon’ın Yeni Atlantis adlı kitabını özellikle anmak gerekiyor. Bacon, Atlantis’i Kuzey ve Güney Amerika ile ilişkilendirmişti.
Onca kitaba ve iddiaya rağmen, hiç kimse Atlantis’i ya da dünya yüzeyinden nasıl silindiğini bulamadı. Birçok şüpheci yazar ve insan, Platon’un felsefesindeki ideal kentine ilişkin düşüncelerine hazırlık olsun diye Atlantis’i yarattığına inanıyor. Bu düşünürlerin başında ise, Fransız tarihçi Pierre Vidal-Naquet geliyor. Ona göre, “Atlantis kavramı, zaman içinde bilginlerden, yarı-bilginlerin, ardından da mitomanların tekeline girdi. Bugün Sahra’dan Sibirya düzlüklerine, Titicaca Gölü’nden Tibet yaylalarına kadar, dünyanın dört bir yanında Atlantis rüyasının peşinde koşanlar var. Tabii, bütün kabahat Platonda… İlk dönem Atina toplumuna ideal kentini benimsetmek için uydurduğu efsane, bugün yeryüzünün en büyük dedikodularından biri haline geldi…”
İtalyan Ananke Yayınları’ndan çıkan “Deniz, Avrupa’yı Nasıl Yuttu?” adlı kitabın yazarı, Atlantik Okyanusu’na batarak kaybolan bu uygarlığın gerçek olduğu kanıtlanmaya çalışıyor (kitap Türkçe’de yayımlanmadı). Eski-yeni arkeolojik buluntuların yeniden yorumlanmasını, Platon’un Atlantis’in bulunduğu yere ilişkin arazi tanımlarıyla birleştiriyor. Platon, Atlantis’in Herkül Sütunları’nın (Cebelitarık Boğazı, Akdeniz) ötesinde olduğunu söylemiş ve 2385 yıl önce, Timaos diyaloğunda, eski olayları bilen Mısırlı bir rahipten öğrendiklerini yazmıştı:
“Nitekim, o zaman, o denize geçmek mümkündü: çünkü adlandırdığınız gibi, Herakles (Herkül) Sütunları denen ağzın ötesinde bir ada vardı. Hem, o ada bir araya getirilmiş Libya ve Asya’dan (Küçük Asya: Anadolu) daha büyüktü ve ondan yola çıkanlara, başka adalara ve o adalardan, gerçekten deniz olanın tam karşı tarafında duran bütün anakaraya geçit veriyordu. Bu Atlantis Adasında büyük ve hayran olunası kudrete sahip bir kral ortaya çıkmıştı…’’
Kitabın yazarı Pisa Üniversitesi (İtalya) yıldız fiziği ordinaryüs profesörü ve arkeolog Vittorio Castellani’nin yürüttüğü araştırmalara göre Atlantis Adası, Büyük Britanya (İngiltere) olmalı. Aslında, Büyük Britanya’yı 10.000-7000 yıl önceki haliyle değerlendirmek gerek. O zaman, son buzul erimesiyle yükünden kurtularak hafifleyen ada, tıpkı İskandinav Yarımadası gibi birkaç santimetre yükselmişti. Ayrıca Britanya, donmuş Manş Denizi’yle Fransa üzerinden bağlandığı Avrupa anakarasından kopmuştu.
Son Buzul Çağı’nda, deniz yüzeyi günümüze göre 100 metre düşüktü ve Büyük Britanya’dan anakaraya geçmek mümkündü. Atlantis insanı, Platon’un konuştuğu rahibin dediği gibi anakarayı kolonileştirdi: “Başka bölgelerde de hüküm sürüyorlardı; boğazın (Cebelitarık Boğazı) bu yanından Libya’ya, Mısır’a Avrupa’ya ve Tiren’e kadar.” Rahibin dediğine göre bu kudret, Yunanlılar’ın atalarıyla da savaşmış ve ilerlemesi silah zoruyla durdurulmuştu.
Son yıllarda oluşturulduğu kadarıyla, bu fantastik senaryoda anlatılanlar Avrupa’nın jeolojik tarihiyle uyuşuyor. Castellani’nin kendi sözleriyle, “Nitekim son Buzul Çağı’nın sonunda, buzların çözülmesi deniz yüzeyini yükseltip, Avrupa’daki geniş arazileri sular altında bıraktı; Büyük Britanya plakasında ve İngiltere’nin büyük kısmındaki su üstüne çıkmış bölgeleri küçülttü.”
Deniz yükselmesine ilişkin kanıtlar, Baltık Denizi tortullarının incelenmesiyle elde edildi. Baltık Denizi, Atlantik Okyanusu’nun batmasıyla gölden denize dönüşmüştü. Ancak, deniz baskınları Platon’un çağından 9000 değil, 5600 yıl önce (günümüzden 8000 yıl önce) gerçekleşmişti. Kısacası, bugün Atlantis, şairler, romantikler, hayalperestler için yitirilmiş bir cennet, keşfedilmemiş bir Eldorado, mükemmel bir ütopya…
Megalit Uygarlığı
Peki Atlantisliler’in sonu gerçekten deniz baskınlarıyla mı geldi? İtalyan araştırmacı Castellani’ye göre evet. “Araştırmama başladığım zaman, trajik biçimde ortadan kaybolsa bile, büyük bir uygarlığın geride arkeolojik izler bıraktığından emindim. Ben, bu izleri bulduğum kanısındayım. Avrupa’nın Atlantik kıyılarında ne olduğunu görmeye gidersek, izlerin apaçık olduğunu kabul etmek zorundayız; sadece tanımayı bilmek gerek. Bunlar, bir megalit uygarlığının kalıntıları: dolmenler (taşgömüt), monolitler (tektaş), Stonehenge (İngiltere) gibi megalit (anıttaş) dizileri… Görünüşe bakılırsa, Atlantis’ten gelen halk tarafından konmuşlar. Kara yoluyla, su yüzüne çıkmış ve artık var olmayan, okyanusun dibinde kim bilir hangi anıtlarla birlikte yatan bir karadan gelmişlerdi.” Castellani’nin kuramını, organik tarihlendirme yönteminde (karbon 14) kaydedilen gelişmeler güçlendiriyor. Megalit mezarlardan getirilen örneklerin, sanıldığından çok daha eski olduğu ortaya çıktı.
Şimdiye dek megalit kültürünün, Yakındoğu kökenli halkların barbarlaşmasıyla ortaya çıktığı sanılıyordu. Avrupa kültürünün Sümer, Mısır ve Yunan uygarlıklarının buğday tarımını keşfetmesinden sonra ortaya çıktığına inanılıyordu. Megalit kültürüne ait buluntuların yeniden tarihlendirilmesiyle, bu varsayım değişmeye başladı. Avrupa’daki ilk dolmenler, Mısır piramitlerinden 2000 bin yıl önce dikilmiş Sonuç: Tarım ve uygarlık, ayrı ayrı yerlerde, en azından iki kere doğdu ve Avrupa’nın tarım kültürü, Yakındoğu’dan bağımsızdı. Platon’un anlatılarında, Avrupa’nın belleği diriltiliyor, eski gelenekler, dinler, gökbilimsel bilgilere değiniliyordu. Castellani şöyle açıklıyor: “Arkeolojik buluntular iyi değerlendirildiğinde, Atlantis uygarlığı diyebileceğimiz, Avrupa’daki bu evrimin bir başlangıcı ve sürekliliğinin olduğu ortaya çıkıyor.”
Würm buzullanması sırasında, otçullar için geniş çayırlıkların bulunduğu engin otlakların yerini ormanlar aldı. O zamanlar avcı ve göçmen olan tarihöncesi insanı, köyler kurdu ve balık avladı. Bu yerleşimlerin kalıntıları, besin atıkları öbeklerinin fosilleri, Kuzey Amerika’da, İspanya ve Portekiz’de bulundu.
Farklı yerlerde aynı el aletlerinin bulunması (örneğin kazma), buluntu sitlerinin tek bir megalit uygarlığına ait olduğunu gösteriyor. Çatı ve duvar oluşturacak şekilde düzenlenmiş taşlar, yani dolmenler, insanoğlunun Eski Taş Çağı’nda uzun süre yaşadığı mağaraların taklitleriydi. Tarih öncesi Avrupa ve megalit uygarlık bağlantısı, taşlara kazınmış resimlerde de görülebiliyor. Megalit kültürünün bir başka örneği de menhir.
Menhirler, en çok 200 ton ağırlığında, 2-10 metre yüksekliğinde monolitler. “Kromlek” denilen ve çember şeklinde dizilmiş menhirler, İrlanda, İngiltere ve İskoçya’da çok yaygın. En görkemli olanları Avebury ve Stonehenge. Bu anıt komplekslerinin toplantı yeri olarak kullanıldığı sanılıyor. Castellani’ye göre, “Atlantisliler’i, kendini tek bir dinle tanımlayan, onlarca kabile grubuna bölünmüş bir halk olarak düşünmeliyiz,” Atlantik Avrupasında sık rastlanan megalit kalıntıları Malta, Korsika, Sardinya, Sicilya ve Puglia’da da bulunuyor. Mısır rahibi Sais’in anlattığı gibi, bu anıtları da Atlantisliler yapmış olmalı; çünkü Tiren’e kadar çeşitli bölgelere egemendiler. Eski Yunan tarihini anlatan Yunanlı yazar Pausianos, Atlantisliler’in Atinalılar’ın ataları tarafından yenilgiye uğratıldığını yazıyordu. Nitekim daha M.Ö. 2. yüzyılda, bilinmeyen tanrıya adanmış bir menhir, Yunan topraklarında bulunuyordu. M. Ö. 1. yüzyılda yaşamış tarihçi Diodoros Skulos, Büyük Britanya’da güneş tanrıya adanmış bir tapınak (belki Stonehenge) olduğundan ve dünyanın pek çok bölgesinde taşlara tapınıldığından söz ediyordu.
Atlantis uygarlığının Britanya kökenli olduğu ve tufanla ortadan kalktığı varsayımları, değişik kurgularla dile getiriliyor. Morhiban Körfezindeki El-Lannic Adasında (İngiltere) yapılan bir kazıda, okyanusa uzanan menhir dizilerine bağlanan bir halka gün ışığına çıkarıldı. Menhir dizileri, deniz kıyısına ulaşmadan hemen önce, başka bir halkada son buluyordu. Yine İngiltere’de, bu kez Kermic’te, suyun 4 metre altında menhir halkası bulundu.
Deniz yüzeyinin yükseldiğine ilişkin bir başka kanıt, megalit çağına ait antik yolların denizde bittiği Malta Adası’nda bulunuyor. Efsaneye göre, bu yollar sualtından Sicilya’ya devam ediyor. Castellani, buna açıklık getiriyor: “Atlantis bir günde batmadı. Olasılıkla deniz baskınına uğradı ve başka uygarlıklar tarafından aşıldı; ama, Atlantisliler’in soyu tamamen tükenmedi.” Araştırmacıya göre, Kelt (druid) rahiplerinin Atlantisliler’le ilişkili olduğuna dair kanıtlar var.
Bu din adamları, meşeyi kutsal ağaç olarak seçer ve megalitlerin yakınlarında ayinler yaparlardı.
“Keltler’in Atlantisliler’den geldiği kanıtlanması gereken bir varsayım; ama, bir şey kesin: Megalit kültürü, kilise’nin yaptıklarına rağmen batı halk geleneğinde uzun zaman yaşadı.” Carmac’ta (İngiltere), Saint Cornellius Kilisesi’nin cephesindeki bir aziz heykeli, kutsal adamı menhir ve dolmenler önünde boğa kurban ederken gösteriyor. Katolik mezhebinde, her yıl 13 eylülde, boğalar kutsanmak için kiliseye getiriliyor. Megalit uygarlığının boğa kültü, eskiden ve günümüzde, Girit, Sardinya, Malta ve İspanya kültüründe, özellikle boğa güreşlerinde yaşıyor. Ya İngiltere hükümdarlarının Westminster kutsal taşında taç giymesine ne demeli? İngiliz geleneklerinde, geçen yüzyıla kadar, menhirleri terayağ, bal ve zeytin yağına bulamak vardı. İskoçya’nın Gal dilinde “Kiliseye mi gidiyorsun?” sorusu şöyle soruluyor: “Am behil thu dol d’on clachan (taşlara mı gidiyorsun)?”
Atlantis, insanları heyecanlandırıyor. Ancak Buzul Çağı su baskınlarını, Avrupa’yı kolonileştiren tek bir kültüre bağlamak ve bu olası uygarlığı Atlantis diye adlandırmak için çok dikkatli olmak gerekiyor. Gerçekten eski bir uygarlık varsa bile, arkeolojik kanıtları doğru yorumlamadan, Platon’un Atlantis’inin bulunduğunu düşünmek yanlış olur. Gerçek bilimi, boş inançları ticari amaçlı kullanan sahte bilimden ayırmak için, iş yine bilim tavrına ve bilim adamlarına düşüyor.
İspanya’dan Ege Denizi’ne… Tartışılan Altı Varsayım
Araştırmacıların ve bilginlerin Atlantis için yüzyıllar boyunca önerdiği sayısız yer arasında, en azından altı tanesinin tarihsel ve bilimsel değeri var. İşte varsayımlar:
Atlantis, Tartessos’tu
Eski Çağ’ın en gizemli kentlerinden biri olan Tartessos’un, Herkül Sütunları’nın ötesinde, İberya kıyısında (İspanya) bulunduğu sanılıyor. Ancak arkeologlar Tartessos’u henüz bulamadılar. Yunanlı tarihçi Herodotos’a göre, Yunanlı elçiler zengin ve adil bir ülkenin kralı olan Argantonios’la iyi ilişkiler kurmayı başarmışlardı. İngiliz tarihçi Ryes Carpenter’a göre, Platon bu seferden haberdardı ve Tartessos’tan esinlenerek Atlantis söylencesini yarattı.
Yunus Sırtı
1800’lerde yaşamış Philadelphialı (ABD) Ignatius Donnely, Atlantis’in Atlantik Okyanusu’na batmış bir yaylada olduğuna inanıyordu. İnsanoğlu, ilk uygarlığı Yunus Sırtı denen bu yaylada kurmuş, ada neredeyse bütün sakinleriyle birlikte okyanusa gömülmeden önce, kültürünü tüm dünyaya yaymıştı. Donnely, Atlantisliler’in kültürel önemini ortaya koymak için, ortak kökenden geldiğini öne sürdüğü Mısırlılar ile Kolomb-öncesi uygarlıklar arasındaki benzerlikleri ortaya çıkarmaya çalıştı.
Kanarya Adaları
Kanarya Adaları, Azorlar ve Madira’yla birlikte, efsaneleşmiş Atlantis’in kalıntıları olabilir. 30’lu yıllarda, Atlantis söylenişine ayrılan bir dergi çıkaran Lewis Spence bu kanıdaydı. Spence, anakara büyüklüğündeki adada yaşayanları da betimledi. Erkekler iki metre boyunda ve sarışındı. Modern yerbilim, Azorlar’ın ve Kanarya Adaları’nın batmış bir kara parçasının kalıntıları olamayacağını gösterdi.
Kara Afrika
Kâşif Leo Frobenius, Atlantis’in Yoruba Irmağı (Nijerya) kıyısında olduğunu söylüyordu. Platon’un egzotik betimlemelerine benzer şeyler bulmuştu: bereketli, bitki örtüsü bakımından zengin, palmiye, muz ve biber ağacı yetişen efsanevi bir kent… Fillerden söz edilmesi, hayvanların yaşam alanları bakımından, varsayımları Afrika ve Asya’ya taşıyor.
Santorini Adası
Santorini’nin büyük kısmı, korkunç bir yanardağ patlaması sonucu parçalanarak denize battı. İki arkeolog, Angelo Ganalopulos ile James Mavor, bu varsayımı destekliyorlar. Efsanedeki gibi patlama meydana gelmiş olması ve eski yerleşimlerin kalıntılarının bulunması yüzünden, Santorini Adası eskiden beri güçlü bir Atlantis adayıydı. Oysa Platon’a göre Atlantis, Herkül Sütunları’nın (İlkçağ Yunanlılarının bilgisinin bittiği yer) ötesinde. Santorini ise, Girit ve Kiklad Adaları arasında, Akdeniz’de yer alıyor. Hem, yaşanan felaket Platon’un verdiği tarihle de uyuşmuyor. Santorini, Platon’un zamanından 9000 yıl önce değil, 900 yıl önce patladı.
Belki Girit
Minos uygarlığının, Knossos, Festo ve Zakros saraylarının adası Girit, Platon’un bazı anlattıklarıyla uyuşuyor. M. Ö. 2500’de doğan Minos uygarlığı, pek çok dalda olduğu gibi, sanat ve mimaride de üstün örnekler verecek kadar gelişmişti. 60’lı yıllarda, arkeolog Nicholas Platon’a göre, adadaki dört Girit sarayında, Atlantis hükümdarları gibi barış içinde hüküm sürmüş dört Girit kralı yaşamıştı. Depremler ve santorini patlamasıyla zayıf düşen Girit’i Mikenliler istila etti ve Minos uygarlığı efsanelere gömüldü.
Kayıp Efsanesinde Son İddia: Suyun Altında İki Kent
Atlantis konusunda her çağ, her dönem kendi düşlerini, kendi korkularını, kendi umutlarını taşıyor. “Kayıp Kıta” konusundaki çalışmaların özellikle 50′li yıllarda yeniden canlanması tesadüf değil, İkinci Dünya Savaşı’nda insanlık, toplu bir yok oluşun ayak seslerini duymuştu. Atlantis ütopyasının doğrulanması, savaş korkusunun tedirgin ettiği insanlarda yeni bir umudu çağrıştırıyordu. Nitekim, yeni dünyalar,ütopyalar vaad eden tarikat sayısındaki artış da çok anlamlıydı. Özellikte ABD’nin her kilisesinde yeni bir Atlantis’in temelleri atılıyordu. Kayıp Kıta yüzyıllar sonra, tıpkı Platon döneminde olduğu gibi, politik ve toplumsal bir mesaja dönüşmüştü. Sahneyi bir kez daha sahte peygamberler, üçkağıtçılar, umut tacirleri almıştı.
Ancak 80’li yılların getirdiği yumuşama politikasıyla birlikte, yan-bilimin yerini yeniden bilimsel çalışmalar almaya başladı. Bunlardan en ciddi olanı, son zamanlarda Mısır kıyılarının birkaç kilometre açığında yapılan denizaltı kazıları.
Merkezi Liechtenstein’da bulunan Hilti Vakfı ile Discovery Channel’ın sponsorluğunda yapılan bu kazıları, Fransız arkeolog Franck Goddio yönetiyor. Geçtiğimiz yıllarda açık denizde kaybolan Fransız yelkenci Eric de Bishop’un torunu olan Franck Goddio, daha önceleri Filipinler açıklarında bazı batık Çin gemilerini, Mısır açıklarında batan Bonaparte gemisini bulup çıkarmıştı. Son olarak da İskenderiye açıklarındaki ünlü İskenderiye Feneri’nin kalıntılarına ulaşmıştı. Şimdilerde ise, 25 kişilik dalış ekibiyle iki eski Mısır kentinin kalıntılarına ulaşmıştır. Bu sualtı kazılarında ortaya çıkarılan Menutis ve Heraklion, Makedon firavunlar olan Ptolemaioslar dönemine ait iki kent.
Kazılarda şimdiye kadar 1. Ptolemaios’un yaptırdığı tanrı Serapis heykellerinin yanı sıra, eski firavunlar dönemine ait tanrıça İsis heykellerine ulaşılması, buranın, adı Herodotos Tarihi’nde geçen Heraklion kenti olma olasılığını artırıyor. Ancak bu son bulgularla, Atlantis’in ortaya çıkarıldığını düşünerek sevinenler için de üzücü bir not yine Heredotos’tan geliyor. Ünlü tarihçi, bundan 25 yüzyıl önce Heraklion’a geldiğinde İsis tapınağı rahiplerine Atlantis’i sorduğunda şu yanıtı almış: “Adını duyduk; ama burası değil.”
Franck Goddio’ya göre Akdeniz’deki Mısır kıyıları, binlerce yıl içinde çok önemli evrimler geçirdi… Bu bölgedeki büyük depremlerin, suları yükselttiğini ve bazı kentleri sular altında bıraktığını söylüyor. Kıyıdan sırasıyla 2 ve 6 km. uzaklıktaki Menutis ve Heraklion kentlerinin de deprem sonrası sular altında kaldığını ileri sürüyor.
Onca kitaba ve iddiaya rağmen, hiç kimse Atlantis’i ya da dünya yüzeyinden nasıl silindiğini bulamadı. Birçok şüpheci yazar ve insan, Platon’un felsefesindeki ideal kentine ilişkin düşüncelerine hazırlık olsun diye Atlantis’i yarattığına inanıyor. Bu düşünürlerin başında ise, Fransız tarihçi Pierre Vidal-Naquet geliyor. Ona göre, “Atlantis kavramı, zaman içinde bilginlerden, yarı-bilginlerin, ardından da mitomanların tekeline girdi. Bugün Sahra’dan Sibirya düzlüklerine, Titicaca Gölü’nden Tibet yaylalarına kadar, dünyanın dört bir yanında Atlantis rüyasının peşinde koşanlar var. Tabii, bütün kabahat Platonda… İlk dönem Atina toplumuna ideal kentini benimsetmek için uydurduğu efsane, bugün yeryüzünün en büyük dedikodularından biri haline geldi…”
İtalyan Ananke Yayınları’ndan çıkan “Deniz, Avrupa’yı Nasıl Yuttu?” adlı kitabın yazarı, Atlantik Okyanusu’na batarak kaybolan bu uygarlığın gerçek olduğu kanıtlanmaya çalışıyor (kitap Türkçe’de yayımlanmadı). Eski-yeni arkeolojik buluntuların yeniden yorumlanmasını, Platon’un Atlantis’in bulunduğu yere ilişkin arazi tanımlarıyla birleştiriyor. Platon, Atlantis’in Herkül Sütunları’nın (Cebelitarık Boğazı, Akdeniz) ötesinde olduğunu söylemiş ve 2385 yıl önce, Timaos diyaloğunda, eski olayları bilen Mısırlı bir rahipten öğrendiklerini yazmıştı:
“Nitekim, o zaman, o denize geçmek mümkündü: çünkü adlandırdığınız gibi, Herakles (Herkül) Sütunları denen ağzın ötesinde bir ada vardı. Hem, o ada bir araya getirilmiş Libya ve Asya’dan (Küçük Asya: Anadolu) daha büyüktü ve ondan yola çıkanlara, başka adalara ve o adalardan, gerçekten deniz olanın tam karşı tarafında duran bütün anakaraya geçit veriyordu. Bu Atlantis Adasında büyük ve hayran olunası kudrete sahip bir kral ortaya çıkmıştı…’’
Kitabın yazarı Pisa Üniversitesi (İtalya) yıldız fiziği ordinaryüs profesörü ve arkeolog Vittorio Castellani’nin yürüttüğü araştırmalara göre Atlantis Adası, Büyük Britanya (İngiltere) olmalı. Aslında, Büyük Britanya’yı 10.000-7000 yıl önceki haliyle değerlendirmek gerek. O zaman, son buzul erimesiyle yükünden kurtularak hafifleyen ada, tıpkı İskandinav Yarımadası gibi birkaç santimetre yükselmişti. Ayrıca Britanya, donmuş Manş Denizi’yle Fransa üzerinden bağlandığı Avrupa anakarasından kopmuştu.
Son Buzul Çağı’nda, deniz yüzeyi günümüze göre 100 metre düşüktü ve Büyük Britanya’dan anakaraya geçmek mümkündü. Atlantis insanı, Platon’un konuştuğu rahibin dediği gibi anakarayı kolonileştirdi: “Başka bölgelerde de hüküm sürüyorlardı; boğazın (Cebelitarık Boğazı) bu yanından Libya’ya, Mısır’a Avrupa’ya ve Tiren’e kadar.” Rahibin dediğine göre bu kudret, Yunanlılar’ın atalarıyla da savaşmış ve ilerlemesi silah zoruyla durdurulmuştu.
Son yıllarda oluşturulduğu kadarıyla, bu fantastik senaryoda anlatılanlar Avrupa’nın jeolojik tarihiyle uyuşuyor. Castellani’nin kendi sözleriyle, “Nitekim son Buzul Çağı’nın sonunda, buzların çözülmesi deniz yüzeyini yükseltip, Avrupa’daki geniş arazileri sular altında bıraktı; Büyük Britanya plakasında ve İngiltere’nin büyük kısmındaki su üstüne çıkmış bölgeleri küçülttü.”
Yanardağlar mı, başka bir şey mi? Atlantis’in “volkanik” sonunun tasviri. Yeni varsayımlara göre, kent suya yavaş yavaş battı.
Deniz yükselmesine ilişkin kanıtlar, Baltık Denizi tortullarının incelenmesiyle elde edildi. Baltık Denizi, Atlantik Okyanusu’nun batmasıyla gölden denize dönüşmüştü. Ancak, deniz baskınları Platon’un çağından 9000 değil, 5600 yıl önce (günümüzden 8000 yıl önce) gerçekleşmişti. Kısacası, bugün Atlantis, şairler, romantikler, hayalperestler için yitirilmiş bir cennet, keşfedilmemiş bir Eldorado, mükemmel bir ütopya…
Granit varsayımı. Belli başlı megalit (anıttaş) uygarlıklarına ilişkin bazı buluntular Atlantislilerin eseri olabilir. Atlantis’in Buzul Çağı’ndan sonra daha da yükselen Britanya Adaları olduğunu ve Avrupa’nın buradan kolonileştirildiğini düşünenler var.
Megalit Uygarlığı
Peki Atlantisliler’in sonu gerçekten deniz baskınlarıyla mı geldi? İtalyan araştırmacı Castellani’ye göre evet. “Araştırmama başladığım zaman, trajik biçimde ortadan kaybolsa bile, büyük bir uygarlığın geride arkeolojik izler bıraktığından emindim. Ben, bu izleri bulduğum kanısındayım. Avrupa’nın Atlantik kıyılarında ne olduğunu görmeye gidersek, izlerin apaçık olduğunu kabul etmek zorundayız; sadece tanımayı bilmek gerek. Bunlar, bir megalit uygarlığının kalıntıları: dolmenler (taşgömüt), monolitler (tektaş), Stonehenge (İngiltere) gibi megalit (anıttaş) dizileri… Görünüşe bakılırsa, Atlantis’ten gelen halk tarafından konmuşlar. Kara yoluyla, su yüzüne çıkmış ve artık var olmayan, okyanusun dibinde kim bilir hangi anıtlarla birlikte yatan bir karadan gelmişlerdi.” Castellani’nin kuramını, organik tarihlendirme yönteminde (karbon 14) kaydedilen gelişmeler güçlendiriyor. Megalit mezarlardan getirilen örneklerin, sanıldığından çok daha eski olduğu ortaya çıktı.
Paskalya Adası’ndaki dev taş heykeller
Şimdiye dek megalit kültürünün, Yakındoğu kökenli halkların barbarlaşmasıyla ortaya çıktığı sanılıyordu. Avrupa kültürünün Sümer, Mısır ve Yunan uygarlıklarının buğday tarımını keşfetmesinden sonra ortaya çıktığına inanılıyordu. Megalit kültürüne ait buluntuların yeniden tarihlendirilmesiyle, bu varsayım değişmeye başladı. Avrupa’daki ilk dolmenler, Mısır piramitlerinden 2000 bin yıl önce dikilmiş Sonuç: Tarım ve uygarlık, ayrı ayrı yerlerde, en azından iki kere doğdu ve Avrupa’nın tarım kültürü, Yakındoğu’dan bağımsızdı. Platon’un anlatılarında, Avrupa’nın belleği diriltiliyor, eski gelenekler, dinler, gökbilimsel bilgilere değiniliyordu. Castellani şöyle açıklıyor: “Arkeolojik buluntular iyi değerlendirildiğinde, Atlantis uygarlığı diyebileceğimiz, Avrupa’daki bu evrimin bir başlangıcı ve sürekliliğinin olduğu ortaya çıkıyor.”
Würm buzullanması sırasında, otçullar için geniş çayırlıkların bulunduğu engin otlakların yerini ormanlar aldı. O zamanlar avcı ve göçmen olan tarihöncesi insanı, köyler kurdu ve balık avladı. Bu yerleşimlerin kalıntıları, besin atıkları öbeklerinin fosilleri, Kuzey Amerika’da, İspanya ve Portekiz’de bulundu.
Farklı yerlerde aynı el aletlerinin bulunması (örneğin kazma), buluntu sitlerinin tek bir megalit uygarlığına ait olduğunu gösteriyor. Çatı ve duvar oluşturacak şekilde düzenlenmiş taşlar, yani dolmenler, insanoğlunun Eski Taş Çağı’nda uzun süre yaşadığı mağaraların taklitleriydi. Tarih öncesi Avrupa ve megalit uygarlık bağlantısı, taşlara kazınmış resimlerde de görülebiliyor. Megalit kültürünün bir başka örneği de menhir.
Menhirler, en çok 200 ton ağırlığında, 2-10 metre yüksekliğinde monolitler. “Kromlek” denilen ve çember şeklinde dizilmiş menhirler, İrlanda, İngiltere ve İskoçya’da çok yaygın. En görkemli olanları Avebury ve Stonehenge. Bu anıt komplekslerinin toplantı yeri olarak kullanıldığı sanılıyor. Castellani’ye göre, “Atlantisliler’i, kendini tek bir dinle tanımlayan, onlarca kabile grubuna bölünmüş bir halk olarak düşünmeliyiz,” Atlantik Avrupasında sık rastlanan megalit kalıntıları Malta, Korsika, Sardinya, Sicilya ve Puglia’da da bulunuyor. Mısır rahibi Sais’in anlattığı gibi, bu anıtları da Atlantisliler yapmış olmalı; çünkü Tiren’e kadar çeşitli bölgelere egemendiler. Eski Yunan tarihini anlatan Yunanlı yazar Pausianos, Atlantisliler’in Atinalılar’ın ataları tarafından yenilgiye uğratıldığını yazıyordu. Nitekim daha M.Ö. 2. yüzyılda, bilinmeyen tanrıya adanmış bir menhir, Yunan topraklarında bulunuyordu. M. Ö. 1. yüzyılda yaşamış tarihçi Diodoros Skulos, Büyük Britanya’da güneş tanrıya adanmış bir tapınak (belki Stonehenge) olduğundan ve dünyanın pek çok bölgesinde taşlara tapınıldığından söz ediyordu.
Ille-et-Villain dolmeni, Britanya
Evora dolmeni, Portekiz
Atlantis uygarlığının Britanya kökenli olduğu ve tufanla ortadan kalktığı varsayımları, değişik kurgularla dile getiriliyor. Morhiban Körfezindeki El-Lannic Adasında (İngiltere) yapılan bir kazıda, okyanusa uzanan menhir dizilerine bağlanan bir halka gün ışığına çıkarıldı. Menhir dizileri, deniz kıyısına ulaşmadan hemen önce, başka bir halkada son buluyordu. Yine İngiltere’de, bu kez Kermic’te, suyun 4 metre altında menhir halkası bulundu.
Deniz yüzeyinin yükseldiğine ilişkin bir başka kanıt, megalit çağına ait antik yolların denizde bittiği Malta Adası’nda bulunuyor. Efsaneye göre, bu yollar sualtından Sicilya’ya devam ediyor. Castellani, buna açıklık getiriyor: “Atlantis bir günde batmadı. Olasılıkla deniz baskınına uğradı ve başka uygarlıklar tarafından aşıldı; ama, Atlantisliler’in soyu tamamen tükenmedi.” Araştırmacıya göre, Kelt (druid) rahiplerinin Atlantisliler’le ilişkili olduğuna dair kanıtlar var.
Bu din adamları, meşeyi kutsal ağaç olarak seçer ve megalitlerin yakınlarında ayinler yaparlardı.
Mnadjra megalit tapınağı, Malta
“Keltler’in Atlantisliler’den geldiği kanıtlanması gereken bir varsayım; ama, bir şey kesin: Megalit kültürü, kilise’nin yaptıklarına rağmen batı halk geleneğinde uzun zaman yaşadı.” Carmac’ta (İngiltere), Saint Cornellius Kilisesi’nin cephesindeki bir aziz heykeli, kutsal adamı menhir ve dolmenler önünde boğa kurban ederken gösteriyor. Katolik mezhebinde, her yıl 13 eylülde, boğalar kutsanmak için kiliseye getiriliyor. Megalit uygarlığının boğa kültü, eskiden ve günümüzde, Girit, Sardinya, Malta ve İspanya kültüründe, özellikle boğa güreşlerinde yaşıyor. Ya İngiltere hükümdarlarının Westminster kutsal taşında taç giymesine ne demeli? İngiliz geleneklerinde, geçen yüzyıla kadar, menhirleri terayağ, bal ve zeytin yağına bulamak vardı. İskoçya’nın Gal dilinde “Kiliseye mi gidiyorsun?” sorusu şöyle soruluyor: “Am behil thu dol d’on clachan (taşlara mı gidiyorsun)?”
Atlantis, insanları heyecanlandırıyor. Ancak Buzul Çağı su baskınlarını, Avrupa’yı kolonileştiren tek bir kültüre bağlamak ve bu olası uygarlığı Atlantis diye adlandırmak için çok dikkatli olmak gerekiyor. Gerçekten eski bir uygarlık varsa bile, arkeolojik kanıtları doğru yorumlamadan, Platon’un Atlantis’inin bulunduğunu düşünmek yanlış olur. Gerçek bilimi, boş inançları ticari amaçlı kullanan sahte bilimden ayırmak için, iş yine bilim tavrına ve bilim adamlarına düşüyor.
OKYANUSTAKİ PİRAMİT
Küçük bir Atlantis’in kalıntılarının, Pasifik Okyanusu sularının 25 metre altında, Okinawa Adası’nın (Japonya) güneyinde bulunduğu söyleniyor. Yonaguni Adasının yakınlarında, tabanı 200×150 m. yüksekliği 30 metre olan, 5 katlı bir yapı var.
Arkeologlar, tepesi düz, dikdörtgen tabanlı ve Asurlar’ın eski tapınaklarını (zigguratları) andıran yapının yakınında bir de yol bulduklarını sanıyorlar. Yerbilimci Masaki Kimura (Okinawa Üniversitesi), “Doğanın eseri olamaz” diyor. “Erezyonun sonucu olsaydı, sit alanında kaya parçaları bulurduk.” Son Buzul Çağının sona ermesiyle, piramidin su altında kaldığına inanılıyor.
Kimura, “Ben blokların köşe ve açılarının bu kadar dik kesildiği başka doğal örnekler bilmiyorum” diyor.
Batık yapı, bir dizi kocaman basamaktan oluşuyor ve piramidi çağrıştırıyor. Toplu ayinler için, göğe adanmış üstü açık bir mekân olduğunu düşünenler de var.
Sakkara’daki (Mısır) basamaklı piramitlerin 5000 yaşında olmasına karşın, bu yapının iki kat eski olduğu tahmin ediliyor, insanlık tarihinin ilk büyük yapıtı olabilir.
Bu yüzden, araştırmacılar temkinli davranıyorlar. Arkeolog Jim Mower (University College, Londra), fikrini şöyle belirtiyor: “10.000 yıllık yapay bir yapının keşfedildiği onaylanırsa, Eski Çağ tarihi bölümünü baştan sona yeniden yazmak gerekir. Şöyle bir önsöz de koymak şart olur: Onu inşa eden halk, en azından Mezopotamya ve İndüs Vadisi’nde yaşayan insanlara, yani klasik kabule göre uygarlığı yaratan ve yayanlara denkti.”
İspanya’dan Ege Denizi’ne… Tartışılan Altı Varsayım
Araştırmacıların ve bilginlerin Atlantis için yüzyıllar boyunca önerdiği sayısız yer arasında, en azından altı tanesinin tarihsel ve bilimsel değeri var. İşte varsayımlar:
Atlantis, Tartessos’tu
Eski Çağ’ın en gizemli kentlerinden biri olan Tartessos’un, Herkül Sütunları’nın ötesinde, İberya kıyısında (İspanya) bulunduğu sanılıyor. Ancak arkeologlar Tartessos’u henüz bulamadılar. Yunanlı tarihçi Herodotos’a göre, Yunanlı elçiler zengin ve adil bir ülkenin kralı olan Argantonios’la iyi ilişkiler kurmayı başarmışlardı. İngiliz tarihçi Ryes Carpenter’a göre, Platon bu seferden haberdardı ve Tartessos’tan esinlenerek Atlantis söylencesini yarattı.
Yunus Sırtı
1800’lerde yaşamış Philadelphialı (ABD) Ignatius Donnely, Atlantis’in Atlantik Okyanusu’na batmış bir yaylada olduğuna inanıyordu. İnsanoğlu, ilk uygarlığı Yunus Sırtı denen bu yaylada kurmuş, ada neredeyse bütün sakinleriyle birlikte okyanusa gömülmeden önce, kültürünü tüm dünyaya yaymıştı. Donnely, Atlantisliler’in kültürel önemini ortaya koymak için, ortak kökenden geldiğini öne sürdüğü Mısırlılar ile Kolomb-öncesi uygarlıklar arasındaki benzerlikleri ortaya çıkarmaya çalıştı.
Okyanusun ortası. 16. yüzyılda yapılmış bir haritaya göre Atlantis okyanusun ortasındaydı. Harita, eski gelenekler uyarınca baş aşağı çizilmiş (kuzeyi, güneyi gösteriyor). Azor Adaları’nın, batık anakaranın dağları olduğu da öne sürülüyor.
Evdeki hesap çarşıya uymuyor. Atlantis’i Santorini Adası’nda arayanların sorunu, turistik adadaki tapınakların ve patlama izlerinin Platon’un anlattıklarıyla uyuşmayan yerlerde bulunması.
Kanarya Adaları
Kanarya Adaları, Azorlar ve Madira’yla birlikte, efsaneleşmiş Atlantis’in kalıntıları olabilir. 30’lu yıllarda, Atlantis söylenişine ayrılan bir dergi çıkaran Lewis Spence bu kanıdaydı. Spence, anakara büyüklüğündeki adada yaşayanları da betimledi. Erkekler iki metre boyunda ve sarışındı. Modern yerbilim, Azorlar’ın ve Kanarya Adaları’nın batmış bir kara parçasının kalıntıları olamayacağını gösterdi.
Kara Afrika
Kâşif Leo Frobenius, Atlantis’in Yoruba Irmağı (Nijerya) kıyısında olduğunu söylüyordu. Platon’un egzotik betimlemelerine benzer şeyler bulmuştu: bereketli, bitki örtüsü bakımından zengin, palmiye, muz ve biber ağacı yetişen efsanevi bir kent… Fillerden söz edilmesi, hayvanların yaşam alanları bakımından, varsayımları Afrika ve Asya’ya taşıyor.
Santorini Adası
Santorini’nin büyük kısmı, korkunç bir yanardağ patlaması sonucu parçalanarak denize battı. İki arkeolog, Angelo Ganalopulos ile James Mavor, bu varsayımı destekliyorlar. Efsanedeki gibi patlama meydana gelmiş olması ve eski yerleşimlerin kalıntılarının bulunması yüzünden, Santorini Adası eskiden beri güçlü bir Atlantis adayıydı. Oysa Platon’a göre Atlantis, Herkül Sütunları’nın (İlkçağ Yunanlılarının bilgisinin bittiği yer) ötesinde. Santorini ise, Girit ve Kiklad Adaları arasında, Akdeniz’de yer alıyor. Hem, yaşanan felaket Platon’un verdiği tarihle de uyuşmuyor. Santorini, Platon’un zamanından 9000 yıl önce değil, 900 yıl önce patladı.
Volkanik bir kaya olan Santorini adası, Atlantis konusundaki en iddialı tez…
Belki Girit
Minos uygarlığının, Knossos, Festo ve Zakros saraylarının adası Girit, Platon’un bazı anlattıklarıyla uyuşuyor. M. Ö. 2500’de doğan Minos uygarlığı, pek çok dalda olduğu gibi, sanat ve mimaride de üstün örnekler verecek kadar gelişmişti. 60’lı yıllarda, arkeolog Nicholas Platon’a göre, adadaki dört Girit sarayında, Atlantis hükümdarları gibi barış içinde hüküm sürmüş dört Girit kralı yaşamıştı. Depremler ve santorini patlamasıyla zayıf düşen Girit’i Mikenliler istila etti ve Minos uygarlığı efsanelere gömüldü.
Kayıp Efsanesinde Son İddia: Suyun Altında İki Kent
Atlantis konusunda her çağ, her dönem kendi düşlerini, kendi korkularını, kendi umutlarını taşıyor. “Kayıp Kıta” konusundaki çalışmaların özellikle 50′li yıllarda yeniden canlanması tesadüf değil, İkinci Dünya Savaşı’nda insanlık, toplu bir yok oluşun ayak seslerini duymuştu. Atlantis ütopyasının doğrulanması, savaş korkusunun tedirgin ettiği insanlarda yeni bir umudu çağrıştırıyordu. Nitekim, yeni dünyalar,ütopyalar vaad eden tarikat sayısındaki artış da çok anlamlıydı. Özellikte ABD’nin her kilisesinde yeni bir Atlantis’in temelleri atılıyordu. Kayıp Kıta yüzyıllar sonra, tıpkı Platon döneminde olduğu gibi, politik ve toplumsal bir mesaja dönüşmüştü. Sahneyi bir kez daha sahte peygamberler, üçkağıtçılar, umut tacirleri almıştı.
Ancak 80’li yılların getirdiği yumuşama politikasıyla birlikte, yan-bilimin yerini yeniden bilimsel çalışmalar almaya başladı. Bunlardan en ciddi olanı, son zamanlarda Mısır kıyılarının birkaç kilometre açığında yapılan denizaltı kazıları.
Merkezi Liechtenstein’da bulunan Hilti Vakfı ile Discovery Channel’ın sponsorluğunda yapılan bu kazıları, Fransız arkeolog Franck Goddio yönetiyor. Geçtiğimiz yıllarda açık denizde kaybolan Fransız yelkenci Eric de Bishop’un torunu olan Franck Goddio, daha önceleri Filipinler açıklarında bazı batık Çin gemilerini, Mısır açıklarında batan Bonaparte gemisini bulup çıkarmıştı. Son olarak da İskenderiye açıklarındaki ünlü İskenderiye Feneri’nin kalıntılarına ulaşmıştı. Şimdilerde ise, 25 kişilik dalış ekibiyle iki eski Mısır kentinin kalıntılarına ulaşmıştır. Bu sualtı kazılarında ortaya çıkarılan Menutis ve Heraklion, Makedon firavunlar olan Ptolemaioslar dönemine ait iki kent.
Kazılarda şimdiye kadar 1. Ptolemaios’un yaptırdığı tanrı Serapis heykellerinin yanı sıra, eski firavunlar dönemine ait tanrıça İsis heykellerine ulaşılması, buranın, adı Herodotos Tarihi’nde geçen Heraklion kenti olma olasılığını artırıyor. Ancak bu son bulgularla, Atlantis’in ortaya çıkarıldığını düşünerek sevinenler için de üzücü bir not yine Heredotos’tan geliyor. Ünlü tarihçi, bundan 25 yüzyıl önce Heraklion’a geldiğinde İsis tapınağı rahiplerine Atlantis’i sorduğunda şu yanıtı almış: “Adını duyduk; ama burası değil.”
Franck Goddio’ya göre Akdeniz’deki Mısır kıyıları, binlerce yıl içinde çok önemli evrimler geçirdi… Bu bölgedeki büyük depremlerin, suları yükselttiğini ve bazı kentleri sular altında bıraktığını söylüyor. Kıyıdan sırasıyla 2 ve 6 km. uzaklıktaki Menutis ve Heraklion kentlerinin de deprem sonrası sular altında kaldığını ileri sürüyor.
1. Ptolemaios tarafından yaptırılan tanrı Serapis heykellerinin başları sudan çıkarılıyor.
Kazılarda hem Bizans hem de Kopt paralarına rastlandı.
1.70 m uzunluğunda ve 600 kg ağırlığındaki İsis heykeli çıkarılırken
16. Hanedan firavunlarından birinin heykel başı
Bu yazıt kumun 2 metre altından çıkarıldı
Focus
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum KURALLARI: Hakaret içerici ve kanuni olarak suç teşkil edecek paylaşımlarda bulunmak yasaktır. Sorumluluk tamamen siz ziyaretçilere aittir.